Bir Aşkın Çiçeği- Muhammed Ahmedizade

1918 yılında Büyük Hıristiyan Devleti kurma hayaliyle Kafkasya’dan Daşnak partisi üyeleri İran’ın Güney Azerbaycan Topraklarına hücum ettiler ve Osmanlı topraklarından göç eden Ermenilerle birlikte silahlı bir savaş yürütüp orada yaşayan Türklere karşı adeta bir soykırım gerçekleştirdiler. Bu soykırımda 300 binden aşkın Güney Azerbaycan Türkü acımasızca katledildi.

Dönemin Osmanlı Ordusu komutanı Nuri Paşa bu soykırıma dur demek için Ordusunu Güney Azerbaycan’ına seferber etti. İlk önce Hoy ve daha sonra Salmas ve Urmiye kentlerini kurtardı. Bu savaşta şehit olan 823 Osmanlı askerin cenazesi Salmas’ın Çiçek köyünde defnedildiler. Onların fedakarlıkları bu güne dek yerli halk tarafından kahramanlık destanı olup mezarları hala korunmaktadır.

..

Sazını yere bıraktı. Ayağa kalkıp pencereye doğru ilerledi. Camdan dışarı bakıp havanın git gide karardığını görünce, odada bir sağa bir sola yürümeye başladı. “Bu kız nerede kaldı Allahım” diye, kendi kendine konuştu. Çok geç olmuştu. Başına kötü bir şeyin gelmesinden korkuyordu. Hemen evden dışarı fırladı. Yan komşunun kapısını vurdu. “Zehra hala, Zehra hala” diye, bağırdı. Yaşlı kadın kapını açıp sordu:

- Ne oldu Süleyman?

- Zehra hala, Gültekin dışarı çıktı. Geç kaldı. Hala dönmedi eve. Peşinden gitmeliyim.

Kadın sinirlendi. Süleyman'ın üstüne bağırdı:

- Sen aklını mı kaçırdın? Hasta kadını tek başına mı dışarı bıraktın? hem de karnında sekiz aylık bebeği taşıyan hamile bir kadını. Hemen koş. Allah yardımcımız olsun. Başına bir şey gelmemiştir inşallah.

Köyün sokaklarında koşup kızını arıyordu. Çiçek köyünde doğmuştu ve oranın daracık sokaklarında koşturup büyümüştü. Akrabalarının bir çoğu köyü terkedip Urmiye kentine yerleşseler de, onu Çiçek’ten ayrılmaya ikna edememişlerdi.

Hiç bir yerde kızının izini bulamıyordu. Ter içinde sokaklarda koşarken geçen seneyi aklından geçirdi.

Gece yarısıydı. O gece nöbetçi Su miri (Su Amiri) oydu. Urmiye’de katledilen eşinin üzüntüsü onu iyice yıkmıştı ama yine de köy halkının yaptığı ortak görevlere hazır olduğunu köy hudaya (muhtar) söylemişti. Üstelik Urmiye ve Salmas’dan gelen kötü haberler köyün huzurunu almıştı.

Haberlere göre yerli halkın düşman karşısında dayanmasına rağmen silahlı haydutlar ve Daşnak’ların saldırısı altında olan savunmasız Urmiye ve Salmas kentleri sonunda işgal edilmişti. Düşman vahşice şehir sokaklarında dolaşıp halkı kendi evleri içinde acımasızca öldürüp mallarını çalmıştı. O sırada akrabalarını ziyaret etmek için Urmiye’ye giden eşi öldürülmüştü.

Eğer komutan Nuri Paşa, kafkas İslam ordusuyla halkın yardımına koşmasaydı Urmiye, Hoy, Salmas’da yaşyan bütün halk katledilmişti. Düşman osmanlı ordusunun top seslerini duyunca korkarak şehirleri terketmişti. Şehirlerden kaçan silahlı haydutlar yollarındaki her hangi bir köyü yakıp halkı öldürüyorlardı.

Bu haberleri duyan halk korku içinde yaşamaktaydı.Tehlike her an kapının önünde olabilirdi.

Toprak küreğini elinde tutmuştu ve su kanalının kenarında duruyordu. Suyun akıp tarlayı doldurmasını bekliyordu. Tarla suyla dolduktan sonra elindeki kürekle toprak kanalından akan suyu diğer tarlaya doğru yönlendirdi. Yeni tarlanın suvarılması bir saatten fazla sürecekti. O yüzden etrafı dolaşmaya karar verdi. Hızlıca köy sınırındaki tepeye tırmandı. Tepenin zirvesinden köye baktı. Saatin geç olmasına rağmen çoğu evin ışığı kapatılmamıştı. Korku içinde günlerini geçiren köylüler geceyi de uyuyamıyorlardı. Ara sıra duyulan köpeklerin sesinden başka ses duyulmuyordu. Tepenin değer yamacından aşağı indi. Göle yaklaşmıştı. Çiçek gölü adıyla tanınan bu göl köyün güzelliğini iki katına çevirmişti. Belki de köy, ismini gölün yanında bulunan bozkırdaki çeşitli çiçeklerden almıştı. Gölün çevresinde biten yüksek kamışlar etrafını sarmıştı.

Uzaktan gelen ayak sesleri duydu. Dikkatlice dinledi. Sesler yavaş yavaş yaklaşıyordu. Gecenin bu saatinde köylü olmadıklarından emindi. Kamışlığın içinde saklandı. İki kişi sırtında silah taşıyordu. Onun saklandığı yerden bir kaç metre ilerde durdular. Yabancı dilde konuşuyorlardı. Sonra tepeye doğru yürüdüler. Tepeye tırmanıp zirvesinden köyü izlediler. Sonra hızla aşağı inip geldikleri yoldan geri gittiler.

Onlar izci Daşnak’tı. Hemen köye koştu. Sokaklarda dolaşırken kapıları yumruklayıp “Daşnak'lar, Silahlılar” diye, bağırdı. Köylüler silah, değnek, kürek ellerinde evlerinden dışarı çıktılar. Herkesi bir araya toplayıp gruplara ayırdı. Bir grubu kendi liderliğinde tepeye götürdü. Zirveden baktığında geniş bir karartının onlara doğru hareket ettiğini gördü. Bir ordu kadar büyüklükte silahlı haydut köye saldırmaktaydı. Bu Kadar düşmanın karşısında durmak imkansızdı ama yine de savaşmaktan başka çare yoktu. Çünkü bu caniler ister çocuk olsun ister kadın önüne gelen herkesi öldürürlerdi.

Bütün sokakları dolaştı. Kızından hiç bir iz yoktu. Sanki bir kuş olup köyden uçmuştu. Ne yapacağını bilemiyordu. “Nerede olsaydı artık şimdi eve dönmüş olmalı” diye düşünüp eve doğru ilerledi. Eve bir iki sokak kalıyordu. Uzaktan sırtında kürek olan birisi ona yaklaştı. O gelen kişi gecenin su miri'ydi. Hızlı adımlarla ona doğru yürüyordu. Yaklaşıp tanıdıktan sonra dedi:

- Şükürler olsun seni burada gördüm, Süleyman dede. Ben de sizin eve gidiyordum. Gültekin’i köyden çıkarken gördüm. Durdurmaya çalıştım ama yapamadım.

- Söyle. Hangi tarafa gitti?

- Tepeye tırmandı, Süleyman dede.

“Tepeye mi? Allahım ya Rabbim, göle gitmesin!” diye, bağırdı.

Süleyman ve diğer köylü aceleyle tepeye doğru koştular. O an yalnız düşündüğü şey dengesi yerinde olmayan hamile kızıydı. Hızlıca tepeye tırmandı. Tepenin üstünden öbürü yamacına baktı. Diğer tarafta tam ortada ceset gibi bir karartı yerde görünüyordu. Ona doğru koştu.

Yerde uzanan kişi kızı Gültekin’di. Baygındı ve kafası kan içindeydi. Tepenin başından dönerek aşağı düşmüş olmalıydı. Çarptığı büyük taş daha aşağı dönmesine engel olmuştu. Ama kafasının arkasında derin bir kesik açmıştı. Kanını durdurması için gömleğini yırtıp kızının kafasına sardı. “Gültekin, Gültekin” diyerek onu uyandırmaya çalıştı. Baygın kız hafifçe gözlerini açtı.

- Baba

- Evet, kızım. Merak etme buradayım.

Yaralı kızını kollarının üstüne kaldırdığında diğer köylü de yaklaşmıştı.

 “ Tepeden düşmüş. Hemen bir at arabası bulup bize gel. Salmas’a götürmeliyim onu” dedi.

Gültekin kollarının üstündeydi. Aynı bu sahneyi geçen sene de yaşadığını hatırladı. Çavuş Mehmet yaralanmıştı. Onu kollarına alıp köy camisine yaralıların olduğu yere koşturmuştu.

Gültekin’in zayıf sesini duydu.

- Baba

- Evet, kızım.

- Baba, bir gün beni Kars’a götürür müsün?

Süleyman dedenin gözyaşları durmak bilmiyordu. Aceleyle eve doğru yürüyordu.  Ve akan gözyaşları adımlarına eşlik ediyordu.

Babası baygın vücudunun kollarında taşırken gittikçe onun ağırlaştığını hissediyordu. Ama Gültekin bedenindeki ağırlığın kafasındaki ağrısıyla beraber yavaş yavaş onu terkettiğini seziyordu. Odadaki kilimin üzerine bıraktığı an artık kendini soğumakta olan bir bardak çayın havaya uçan son buharları gibi hissediyordu. Tavana doğru yükselmişti ve yarde uzanmış olan vücudunu seyrediyordu. Gebe karnındaki bebeğinin hareket etmesini bile görebiliyordu.

Bir an yerdeki vücudun ona değil belki Mehmet’e ait olduğunu düşündü. Geçen sene onu yaralıyken Köyün camisine getirmişlerdi. Vücudu bir kaç yerden kurşunla yaralanmıştı. Kurşunlar bedeninden çıkarıldı ve yaraları sarıldı ama hala kendine gelememişti. O günlerin üzerinden bir sene geçmesine rağmen onun soğumuş elini sıcak elleri içinde hissedebiliyordu.

Gece yarısı babası köydeki herkese tehlike haberini getirdi. Ardından insanlar buldukları silah, sopa değnekle kuşanıp savaşa hazırlandı. O kadar düşman Daşnak’ın karşısında bir kaç köylünün dayanması imkansızdı. Halkın çoğu bu mücadelede hayatını kaybetti. Eğer Osmanlı ordusu Salmas’tan gelmeseydi şimdi çiçek köyü diye bir yer kalmazdı. Daşnak ordusu herkesi öldürmüş olurdu.

O sırada köy camisini hastane olarak kullanmışlardı. Yaralı köylüler ve askerler orada tedavi altında tutuluyorlardı.

Çavuş Mehmet’i ilk gün camide gördü. Yaralı bir askeri sırtına alıp camiye getirdi. Yardım etmek için ona doğru koştu. Yaralı askeri diğerlerinin yanına koydular. Yorgun görünüyordu. Ondan “çay içer misiniz” diye sordu. Onun “Evet. Çok iyi olur.” Yanıtını duyunca hemen koşup bir bardak sıcak çay getirdi. Çayını yudumlarken ondan sordu:

- İsmin ne?

- Gültekin. Ya siz?

- Ben çavuş Mehmet.

İşte hiç bir zaman unutamayacağı o konuşma yüreğindeki bulunan aşkın ilk kıvılcımıydı.

Ondan dudaklarının arasından çıkan sesler elinde tuttuğu çay bardağından uçan buharlar gibi etrafında dolaşıp bütün vücudunu sarıyordu. Çay bardağını her seferinde ağzına doğru götürdüğünde göz altı yavaşça onu izliyordu. Bardağındaki çay bitiyordu ama her yudumun ardındaki onu izleyen bakışlar ısınmakta olan yüreğini dolduruyordu. O an “Keşke hemen bitmeseydi çayı. Keşke bir çay daha isteseydi” diye düşündü.

Fark edince bakışlarını ondan kaçırıyordu. Aralarında bir şeyler olduğunu onun da fark etmesini hissedebiliyordu. Çavuş Mehmet çayını bitirmişti ama sanki içtiği çaydan çıkan buharlar hala etrafında dolaşıyor ayaklarını bağlayıp gitmesine izin vermiyordu. Oradan hemen ayrılmak istemiyordu.

Boş bardağını ona doğru uzatıp “Bir bardak daha alabilir miyim” dedi. O inanılmaz dakikaları ve titreyerek ona “ Hemen getiririm” demesini hiç bir zaman unutamazdı.

 Savaş tahminen sona ermişti. Daşnak haydutları geri çekilmişlerdi. Çatışmadaki ölenler toprağa verildi. Şehit düşen askerler özel mezarlıkta gömüldü. Gelen emirlere göre ordu hala köyde kalmalıydı. Güney Azerbaycan toprakları Daşnak’lardan temizlenene kadar Çiçek köyü Merkez Komutanlık olarak seçilmişti.

Sabah erkenden camiye gidip savaş yaralılarına bakıyordu. Aslında asıl yaralı olan kendisi ve göğsünün içindeki taşıdığı kalbiydi. Her akşam camiden ayrılıp eve döndükten sonra kalp atışları artıyordu ve onu yatıştıran şey, tekrar camiye dönüp sevdiği kişiyle görüşmesiydi. Onun dudaklarından çıkan her kelimesi ilaç gibi yüreğine oturup rahatlatıyordu. Ellerindeki sıcaklık bütün vücudunu ısıtıp savaştan kalan korkularını unutturuyordu. Bir gün ellerini elleri arasında tutarken ona demişti “Gültekin, benimle Kars’a gelir misin?”

Oda “seninle dünyanın öbürü ucuna da gelirim Mehmet.” Demişti.

Bir gün camiden eve döndükten sonra kapıları vuruldu.

Eve gelen kişiler Mehmet ve bir üst rütbeli askerdi. Onu istemeye gelmişlerdi. Babası kızının köylerini kurtaran bir kişiyle evlenmesini bir onur olarak onlara söylemişti. Savaşın içinden doğan bu güzel haber köy halkını mutlu etmişti.

Sevdiği kişiyle evlenmişti. Korku bitmişti. Artık silah sesi duyulmuyordu. Çiçek köyü tekrar huzuruna kavuşmuştu. Mutlu günler geçiriyordu. Ama...

Bir gün kendilerini yeniden toparlayan Daşnak’lar Çiçek Köyündeki bulunan Osmanlı Ordusunun Merkez Komutanlığını yok etme amacıyla köye saldırdı.

O gün bütün Daşnak üyeleri yok edilip, kalanlarda sınır dışına kaçıp gitse de onun için kara bir günü olmuştu. Camideydi ve yine yaralıları oraya getiriyorlardı. Babası kollarında taşıdığı yaralı askerle içeri girdi. Asker kötü yaralanmıştı ve  bütün vücudu kan içindeydi. Babası hiç konuşmuyordu. Yaralının kollarından yere bıraktı. Hemen temiz mendiller alıp ona doğru kaçtı. Yüzüne baktı. O Mehmet’ti. Onun o halini gördüğü an bayılmıştı ve ne zaman, nasıl eve getirildiği hatırlamıyordu. Uyandığında babasından hemen eşini sordu. Onun hala uyanmadığını ve komada olduğunu öğrendi. Babası karşı çıkmasaydı gecenin o geç saatinde camiye gidip Yaralı eşini görmeye gidecekti.

İki hafta geçmişti ve Osmanlı Ordusu kendi topraklarına dönmekteydi ama Mehmet uyanmadı. Ordu, köyü terk ederken halk kilometrelerce onlara eşlik edip kendi saygılarını ve minnettarlıklarını gösterdi. Onu istemeye Mehmet’in yanında evlerine gelen asker babası ve onunla vedalaşıp Mehmet’in sağlığı yerine gelir gelmez tekrar Çiçek’e dönüp onu kars’a götüreceğini söyledi.

Tam bir ay geçti ama kars’tan kimse dönmedi Çiçek’e. Sabahtan akşama kadar kapılarının vurulması umuduyla evde günlerini geçiriyordu. Her akşam tepeye tırmanıp bir at arabasının gelmesini bekliyordu.

Akşam hava kararmak üzere babası tarladan eve dönmüştü. Onun gelmesinin ardından hemen kapı vuruldu. Kapı vuruldukça kalp atışlarını hissedebiliyordu. Hızlıca kapıya doğru koştu. Kapıyı açtı. Mehmet’in asker arkadaşıydı. Ama yalnızdı. Mehmet’ten haber yoktu.

İçeri girip oturdu. Konuşmuyordu, konuşamıyordu. “Kızım çay getirir misin” diye, babası ona seslendi. Mutfaktan “Süleyman dede, Mehmet’i kaybettik” sözünü duyunca gözünün önündeki her şey karardı. Bütün mutfak başının etrafında döndü. Elindeki çay tepsisi onunla beraber yere düştü.

Baygın kızı kollarının üstünde Süleyman eve yetişti. “Zehra hala, Zehra hala” bağırarak tekmesiyle kapıyı açtı. Komşular ve onu beklemekte olan Zehra hala onların evine koştular. Süleyman kızını evde yere yatırdı. Zehra halaya gidip at arabası getireceğini ve kızını Salmas’a götüreceğini söyleyip hemen dışarı fırladı.

Beş on dakika sonra önceden at arabası peşine giden köylüyle beraber eve döndü. Evin içindeki kadınlar ağlıyorlardı. İçeri girdi ve “ Zehra hala, arabayı getirdim. Hemen gitmeliyim” dedi.

Zehra hala iki eliyle başına vurup saçlarını yoluyordu. Ağlayarak “ Süleyman, artık gitmeye gerek yok” diye bağırdı. Gültekin ölmüştü.

Süleyman dede kendisin bahçeye attı. Yeri yumruklayıp yüksek sesle ağlıyordu.

Evin içinde birisi “bebek hala yaşıyor, bebek hala yaşıyor” diye bağırıyordu.

Olaydan yaklaşık iki sene sonra bir sabah Zehra hala, komşusu Süleyman'ın evine gitti. Evde kimse yoktu ve o günden sonra ne Süleyman’dan haber çıktı ne de Gültekin’in kız çocuğundan.

...

Elindeki son sayfayı da okuyup bitirdikten sonra masanın üzerine bıraktı. Cilavuz Köy Enstitüsü’nün beşinci sınıf Türkçe öğretmeninin okuduğu hikaye bütün sınıfı etkilemiş derin bir sessizliğe bürüdü. Hikayeden duygulanıp gözyaşlarını saklayan kız öğrenciler kafalarını aşağı indirmişlerdi. Kimse ses çıkarmıyor, yerinden kıpırdamıyordu.

Sonunda sessizliği bitiren, öğretmenin kırılgan sesi oldu.

Öğretmen sınıfa doğru “Evet arkadaşlar. Bu da sizin son Türkçe dersiniz. Yazdığım bu son hikayem de benden size mezuniyet hediyesi olsun” dedi.

Son dakikalarda mezun olacak öğrencilerle daha fazla konuşmak istiyordu ama bir türlü yapamadı. Sanki boğazının dibinde taş gibi ağır bir şey dışarı çıkan sözcüklerin yolunu kapatmıştı. Yutkundu ama yine de işe yaramadı. Öğrenciler olayın farkındaydılar.

Yine sınıf sessizliğe kapandı. Duvar saatinde on ikiyi görünce öğretmenin konuşabileceği tek cümle “Hoşça kalın arkadaşlar” oldu.

Öğrenciler ağır ağır sınıftan dışarı çıktılar. Kimse kimseyle konuşmuyordu.

Kars’ın Susuz ilçesinde yer alan Cilavuz köy enstitüsünün Türkçe öğretmeni Gültekin ÇİÇEKLİ, o yıl mezun olmacak sınıfın son Türkçe dersini işlmişti. Yazdığı “Çiçek Aşkı” hikayesini edebiyat dergisine göndermeden önce sınıfta okumaya karar vermişti.

Masanın üzerine bıraktığı kağıtları eline alıp sayfaları sıralamaya çalıştı. Sayfaların hepsini toplayıp çantasına yerleştirdi.

 Arkadan birisinin “Özür dilerim Gültekin Öğretmen” sesini duyunca bakışını sınıf kapısına çevirdi. Kız öğrencilerin biri sınıfa geri dönmüştü..

“Ne oldu? Hala gitmedin mi?” diye, ondan sordu. Karşısında duran öğrencisinin gözlerindeki hissedilen keder hikayeden etkilenmiş olduğundan daha fazlasını gösteriyordu. Kız masaya doğru yürüyüp “Hayır öğretmenim. Gitmeden önce size bir şey sorabilir miyim?” dedi. Öğretmen merakla ne hakkında olduğunu sordu. Kız bir az duraksadı. Sanki sorup sormama konusunda tereddüt ediyordu. Sonunda “Öğretmenim, Hayatta kalan o kız çocuğu siz miydiniz?” diye, sormayı başardı.

Boğazındaki hissettiği taş daha da ağırlaştı. Yutkundu ve güçlenerek “Evet tatlım. Hikayenin sonundaki bebek bendim.” Dedi. Sonra artık konuşmasına devam edemedi. Hıçkırıklar içinde kesik sözcüklerinden anlaşılan sadece “Gültekin annem....Çiçek’ten gelemedi Kars’a işte, .....ben geldim.” oldu.

Öğretmenle öğrenci birbirlerinin kolları arasında sıkı tutulmuşlardı. İkisinin de nisan yağmuru gibi dökülen gözyaşları kesilmiyordu. Yine okul deposunda yaşlı bahçıvan türküler söylüyordu. Sazının sesi pınardan akan suyun sesi gibi rahatlatıyordu insanı.

Süleyman dedenin türküleri okul deposundan çıkıp bahçeyi ve sınıfları geziyordu. Sanki bir şeyi arıyordu, çiçek gibi bir şeyi, bir çiçeğin aşkını.

..............................................................................................................

Su miri: Güney Azerbaycan köylerinde, suyu köylülerin tarlalarına dağıtan kişi

Köy huda: Güney Azerbaycan Köylerinde yaşlı ve sözü geçen kişi

 

 

 

Share/Save/Bookmark